...... Özgürlük ve Bağımsızlık Benim Karakterimdir. "M.Kemal Atatürk" ......

1 Kasım 2009 Pazar

KEMALİZM ve SANAT


Şube başkanımız Melih Çınar, ADD Genel Merkezi Gençlik Kolu ve ADD Ayvalık Şubesince 31.10.2009 - 01.11.2009 tarihinde Ayvalık'ta organize edilen Ahmet Taner Kışlalı Atatürkçü Düşünce Okulunda "KEMALİZM ve SANAT" konulu ders verdi. Ders bitiminde uzun süre alkışlanan ÇINAR, bir çok genç tarafından kendi şubelerinde de konferans vermek üzere davet edildi.

KEMALİZM ve SANAT
Kemalizm ve Türk Devrimi iç içe geçmiş bir kavramdır. Ne Mustafa Kemali Türk Devriminden ne de Türk Devrimini Mustafa Kemal’den ayırmak mümkündür. Çünkü tarihimizin çağdaşlaşma ve aydınlanma yolundaki en büyük toplumsal dönüşümünün mimarı tasarımcısı Mustafa Kemal’dir.

Çağdaşlaşma ve aydınlanmayı biraz açacak olursak;

1-) Çağdaşlaşma sadece bir devletin, bir toplumun tam bağımsızlığı için siyasal, ekonomi, ekin, din, mezhep, budunsal yapı, yönetim, yönetime katılma, yasalar, töreler yönlerinden gelişmeye engel olan bağlardan, bağımlılıktan kurtulması değildir.

2-) Çağdaşlaşma sadece örnek alınan gelişmiş batılı devletlerin siyasal kurumlarını, bu kurumlara işlerlik kazandıran yasalarını, parlamentoculuğunu seçim yöntemlerini, devlet örgütünün tüm birimlerini aynen almak, kopya etmek değildir.

3-) Çağdaşlaşma sadece sanayileşerek, teknolojinin en son yeniliklerini, buluşlarını, tekniklerini kullanarak endüstri toplumu yaratmak, özdeksel alanda devleti, toplumu ve o toplum içindeki kişiyi dünya nimetlerinden yararlandırmakta değildir.

Çağdaşlaşma tüm bunlarla birlikte en son aşamada her alanda insanın özgürleşmesi, toplum devlet yaşamında, inançlarda, değerler sisteminde, ahlakta erdemli olması, doğmalardan kurtulup usu ve bilimi, bilimsel, laik düşünceyi dünyasal işlerin yol göstericisi olarak kabullenmesi ve insan olmaktan gelen özdeksel ve tinsel tüm gereksinmelerine olumlu yanıt verecek düzeni kurmasıdır.
Aydınlanmayı özlü bir biçimde tanımlarsak:”Bilimin dinden, aklın inançtan özgürleşme sürecidir.” diyebiliriz.

Peki çağdaşlaşma ve aydınlaşmanın temel dayanağı nedir? diye soracak olursak, elbette FELSEFE-BİLİM ve SANAT karşımıza çıkar.

Türk Dil Kurumunun sözlüğünde:
Felsefe :Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması.Bir bilimin ya da bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü,

Bilim :Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi. Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli dizgesel bilgi.Belli bir bilgiyi bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci,

Sanat :Bir duygunun, tasarının ya da güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü ya da bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık olarak tanımlanmaktadır.

Bilimin temelinde sebep-sonuç ilişkisi, nedensellik ve akıl yürütme vardır. Sanat ise bütün dallarında yaratıcılığı temel alır. Yani AKIL ve YARATMA insanı insan yapan iki temel kavram.

Yüce Atatürk “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir” derken, “Sanatsız bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuştur.” derken çağdaşlaşma ve aydınlanma sürecindeki topluma yol göstermiştir.

Tarih bilgisi çok yüksek olan Mustafa Kemal, üç kıtaya yayılmış, milyonlarca kilometre karelik bir alanda kurulmuş olan Osmanlı imparatorluğunun çöküş nedenini çok iyi biliyordu.

Osmanlının bilim yoksunluğunun gösteren trajikomik bir olayı burada anlatmak isterim: “1867 yılında İstanbul Üniversitesinde hocalar oksijeni tanımlıyorlardı. Paris’te biyoloji öğrenimi gören Talip Efendi, Beyazıt meydanında konferans vermiş ve fanusa yerleştirdiği güvercinin havasızlık nedeniyle öldüğünü göstererek oksijenin varlığını ispatlamıştı. Olayı duyan şeyhülislam “bre zındık şişenin içine giren şeytanın güvercini öldürdüğünü bilmezmisin.” diyerek üniversitenin kapatılması emrini vermiştir. İstanbul Üniversitesi bir süre kapalı kalmıştır. Ne acı, ne düşündürücü bir olay değil mi?

Bilimde deneye inanmayan kafa, sanata karşıda aynıydı. Sanatçının yaratısının gelişebilmesi, ortaya çıkması tamamen özgür bir ortamda gerçekleşebilirdi. Oysa dindeki değişmezlik resim ve heykel sanatçısını da tutsak almış, puta tapma döneminin geriye gelmesinden korkulması resim ve heykel sanatının önünü kesmiştir.
Mustafa Kemal de öğrenim yıllarını böyle bir ortamda tamamlamıştır. Manastır Askeri İdadisinde bir ara şiir ve edebiyata ilgisi artar. Ancak idadi hocası kendisini, şiir ve edebiyatın askerlik mesleğini olumsuz etkileyeceği için uğraşmamasını tembihler.

Harp okulu ikinci sınıfında kültür ve edebiyatla yeniden ilgilenir. Yakın arkadaşı Fuad’a “Eğer matematiğin üzerinde durduğum kadar şiir ve resmin üzerinde dursaydım, harbiye de dört duvar arasında kalmazdım. Mehtaplı gecede okuldan kaçıp buraya gelir ve şiir yazardım. Sabahleyin ortalık aydınlanır aydınlanmaz da resim yapmaya başlardım.” demiştir.

Mustafa Kemal sanatın toplumla iç içeliğini en çok Viyana, Paris ve Ateşemiliter olarak görev yaptığı Sofya’da görmüştür. Özellikle Sofya Bulgar Ulusal Operasında izlediği Carmen Operası kendilerini çok etkilemiş, “Ben Bulgarları çiftçi bir halk olarak biliyordum. Oysa adamların operaları bile var. Bulgarlar bunu başarmış. Bizim ülkemizde operaya kavuşacağımız günleri görebilecek miyiz acaba?”demiştir.

“Cumhuriyetin temeli kültürdür. Diyen Atatürk,Cumhuriyetin kurulması ile birlikte müthiş bir kültür seferberliği başlatmıştır. Bunun için bir yandan örgün eğitim veren kurumlar, okullar hızla açılırken, diğer yandan yaygın eğitim için Halkevleri, Halkodaları, tiyatrolar, konser salonları, kütüphaneler, müzeler hızla devreye girmiştir.

Hep aklıma şu soru gelir.”Eski antik kentlerde kitaplıklar, tiyatrolar, anfitiyatrolar, müzikholler(odeonlar), jimnazyumlar vardı. Anadolu’daki bu şehir yapılanmasından hangi nedenlerle vazgeçilmiştir? Acaba halkevleri bünyelerinde bu yapılanmayı ve uygulamayı gerçekleştirmek üzere mi kurulmuştur?

BURADA HALKEVLERİ İLE İLGİLİ ANILARIM ANLATILACAK.

Sevgili gençler,
Atatürk “Bir ulusun yeniyi almasında ölçü, müzikteki değişikliği, alabilmesi, kavrayabilmesi ile ölçülür.” demiştir. Ve ilk işlerden biri 1924 yılında Musiki Muallim Mektebinin açılması olmuş, bundan sonra Darülelhan yeniden düzenlenerek İstanbul Belediye Konservatuarı’na dönüştürülmüştür. 1936 Ankara’da, müzik ve sahne sanatları alanında öğretim yapan Milli Musiki ve Temsil Akademisi açıldı. Akademi 1940 da Devlet Konservatuarı adını aldı.

Bu müzik politikası, Türk ulusunun müziğini evrensel düzeyde ürünlerle dünyaya tanıtan gerçek müzik bestecilerinin yetişmesini olanaklı kıldı. Dünya çapında değerli orkestra şefleri, piyanistler, kemancılar, şancılar Cumhuriyetin konservatuarlarından çıktılar.

Atamız “Efendiler, hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; ama sanatçı olamazsınız. Yaşamları büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim.” demişti.

Demokrasinin bir tanımı “çok sesliliktir.” Çok sesli müzik ile çok sesli düşünme arasında bir bağ vardır. Tek sesli müziği kareye benzetirsek, çok sesli müzik üçüncü boyutu, yani derinliği olan - küp şekline benzer.

Gene Cumhuriyetimizin ilk yıllarında müzikteki gelişmeyi sağlayabilmek için Türk Beşleri denen;

Hasan Ferid Anlar
Ulvi Cemal Erkin
Cemal Reşit Rey
Necil Kazım Akses
Ahmet Adnan Saygun yurt dışı eğitime gönderilmiş, dönüşlerinde çok sesli besteler yapmışlardır. Özellikle Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu uluslar arası üne sahiptir. 1956 yılı Unesco açılış konserinde seslendirilince dokuz defa bis yapılmıştır.

Hemen aklıma geliveren İdil Biret, Suna Kan, Gülsin Onay, Fazıl Say uluslar arası üne sahiptirler.

Tekrar halk evlerine dönersek Bu kuruluşlarda:
Dil, Edebiyat, Tarih Şubesi
Güzel Sanatlar Şubesi
Temsil Şubesi
Spor Şubesi
Sosyal Yardım Şubesi
Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi
Köycülük Şubesi
Müze ve Sergi Şubesi

Şu çalışma alanlarına bakın, Her gün işinden çıkan sade vatandaşlar akşamları ve tatil günlerinde bu alanlardan her hangi birinde çalışıyor ve çağdaşlaşma yolundaki ulusun bir bireyi oluyor. Yarasalar buna izin verir mi? Aydınlanmacı kurumlardan biri olan halk evleri ne yazık ki aydınların gözlerine baka baka karartıldı.

Aydın bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet her ne kadar İtalya’dan getirttiği Gentile Bellini’ye portresini yaptırmışsa da havasızlıktan ölen güvercini şeytanın öldüğüne inanan anlayış “suret yapmak günahtır.” düşüncesi içinde resmin gelişmesini önlemiştir.

19. Yüzyılda batı ile yakın temasın sonunda Osmanlıda en ileri düzeyde eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye okullarında yetişmiş Hüseyin Zekai Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Hoca Ali v.b… gibi isimler resme öncülük etmişlerdir.

Kültürleşme süresince güzel sanatlara önem veren Atatürk 1923 yılında Cumhuriyetin ilan edilişinden 1938 tarihine kadar son nefesini verinceye dek, 15 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda her yönü ile çağdaş bir devlet olması için çabalamıştır. 1924 de resim konusunda yetiştirilmek üzere, Güzel Sanatlar Akademisinden Avrupa sınavını kazanan beş ressam Paris’e gönderilmiştir. Bunlar Cevat Dereli, Mahmut Cuda, Refik Epikman, Muhittin Sebati ve Şeref Akdik’tir.

1923’te Zeki Kocamemi Türk Ocağı tarafından Münih’e gönderilmiş bunu 1925’ te Hale Asaf izlemiştir.

Cumhuriyetin ilanından önce açılmış olan ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebinin adı 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisine çevrilmiş, 1930 yılında ise benim mezun olduğum Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümü resim öğretmeni yetiştirmek üzere açılmıştır.

1923-1938 arasında yaşanan dönemi başka bir deyişle Türk Rönesans’ı diyebiliriz. Bu dönemde bazı ressamlar yurdun değişik bölgelerine gönderilmiş, kırsal kesimin ressamla, ressamında kırsal tanışması sağlanmıştır.

Bu dönemde Şeref Akdik, A.Hakkı Anlı, Fahri Akhunlar, Nurullah Berk, Cemal Bingöl, Şefik Bursalı, Mahmut Cuda, İbrahim Çallı, Ali Dino, Feyhaman Duran, Refik Epikman Bedri Rahmi Eyüboğlu, Zeki Faik İzer, Arif Kaptan, Hikmet Onat ve daha bir çok ressam yurdun değişik bölgelerine dağılmış, batı tekniğini Anadolu kültürü ile birleştirip özgün çalışmalar yapmışlardır.

Yüzyıllar boyunca Put’la özdeşleştirilen heykel, Mustafa Kemal heykelleri ile kentleri süslemeye başlamıştır. Elbette buna karşı çıkanlar olmuştur. Bugün bile heykelin içine tüküren belediye başkanlarını acı içinde seyrediyoruz.

Mustafa Kemal, 22 Ocak 1923’te Bursa Şark sinemasında yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

Anıtlardan söz eden arkadaşımızın sormak istediği yontu olsa gerekir. Dünyada uygarlaşmak, ilerlemek ve olgunlaşmak, ilerlemek ve olgunlaşmak isteyen her hangi bir ulus, zorunlu olarak yontu yapacak ve yontucu yetiştirecektir. Anıtların şuraya, buraya tarihsel anılar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu ileri sürenler, dinsel hükümleri gereğince inceleyip araştırmamış olanlardır. Hazreti Peygamberin tanrısal buyrukları bildirmesi sırasında seslendiği insanların yürek ve vicdanlarında putlar vardı. Bu insanları hak yoluna çağırmak için, önce o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden ve yüreklerinden çıkarmak zorundaydı.

İnsanların gerçekleri tam olarak anlaşıldıktan sonra birtakım aydın insanların böyle taş parçalarına tapınacağını sanıp düşünmek İslam dünyasını aşağılamak demektir. Aydın ve dindar olan ulusumuz, ilerlemenin nedenlerinden biri olan yontuculuğu en büyük ölçüde ilerletecek ve ülkemizin her köşesi çocuklarımızın anılarını güzel yontularla dünyaya gösterecektir.

“İnsanlar olgunlaşmak için kimi şeylere gerek duyarlar. Bir ulus ki resim yapmaz, bir ulus ki yontu yapmaz, bir ulus ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz; kabul etmeli ki o ulusun ilerleme yolunda yeri yoktur. Oysa bizim ulusumuz, gerçek nitelikleri ile uygarlaşmaya layıktır ve olacaktır.” demişti.

Atamızın sanatçıya verdiği önemi şu anı çok güzel anlatır:

Çanakkale Savaşlarının sürdüğü günlerde Macit Aynal Çanakkale’de asker olarak bulunmaktadır. Savaş derince kazılmış çukurlarda sürerken Macit Aynal sıtmaya yakalanır. Sıtma nöbetinin gelmediği zamanlarda güzel yazı örnekleri hazırlamakta ve moral olsun diye siperlerin duvarlarına asmaktadır. Mustafa Kemal bir gün siperleri gezerken bu güzel yazı örneklerini görür ve “bunları yazan kimdir?>> diye sorar. Macit Aynal bir adım öne çıkarak “ben..” der. Mustafa Kemal hemen yanındakilere dönerek aynen şöyle söyler:”Bunların hepsi de sanat eseri.. Ülkeler böyle sanatçıları kolay yetiştiremez… böyle bir sanatçının burada ne işi var? Kendisini hemen terhis edip, memleketine göndereceksiniz. O eller silah yerine kalem tutarsa ülkemiz için daha yararlı olur.”

Alman sanatçı Jantsen’i getirterek Ankara’ya çağdaş bir görünüm veren M.Kemal, ayrıca daha Cumhuriyetin ilanından önce 1 mart 1923’te hedeflerini tespit etmiş “vatanın önemli merkezlerinde modern galerileri kurmak, ülkeyi basın evleri ile donatmak gerekir.” demişti.

Bu önemli karar lafta kalmadı hemen uygulanmaya geçildi. 1923’te Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi kuruldu. Bunu 1924’te Antalya, Bursa, Edirne arkeoloji Müzeleri takip etti. Gene 1924 yılında Topkapı Sarayı eşyaları ile birlikte müzeye çevrildi. 1925’te Eski Şark Eserleri Müzesi, 1926 da Konya Mevlana, Tokat, Amasra ve Sinop müzeleri, 1927 de İslam Eserleri Müzesi, 1935 Manisa, Silifke, Isparta, 1937 de Dolmabahçe Sarayını bir bölümü Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlendi.

Oldukça tutucu bir yapıda olan o günkü toplum yapısını çağdaşlaştırmaya gayret ettiği günlerde ilk mecliste bir hoca mebus “Ben asri kelimesi ne demektir.” Diye sorunca, reis yerinde bulunan Mustafa kemal “Adam olmak” demektir hocam, adam olmak dedi.

Tiyatroya ve sinemaya verdiği önem de son nefesini verdiği yıla kadar hep gündemde kalmıştır. Muhsin Ertuğrul, Bedia Muvahhit gibi isimlerin birçok oyununu takip eden Atatürk, sinemanın da geleceğini keskin zekâsıyla en başında tespit etmiştir. “Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini tanımalarını, sevmelerini temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş ve düşünüş farklarını silecek; İnsanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardım yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.

Atamızın;
Bir millet sanat ve sanatçıdan yoksunsa tam bir hayata sahip olamaz,
Hepiniz milletvekili olabilirsiniz. Bakan bile olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız.
Sanatçı toplumda uzun çabalardan sonra alnında ışığı hisseden ilk kişidir.
Yüksek bir insan topluluğu olan Türk Milletinin tarihsel bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Müzik ile ilgisi olmayan yaratıklar insan değildir.

Sözlerini hatırlattıktan sonra şu olayla sözlerimi bitireyim.

Muhsin Ertuğrul, bugün kü adıyla İstanbul şehir Tiyatroları’nın Genel sanat yönetmenidir.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te o günlerde Dolmabahçe’de kalmaktadır.

Bir gece Gazinin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a. Herkes telaş içindedir. Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir. Ancak Mustafa Kemal gecikmiştir.

Ne olacaktır şimdi?

Muhsin Ertuğrul tam saatinde oyunu başlatır.

Bir süre sonra Gazi gelir.

Yanındakiler kokarak oyunun başlatıldığını haber verirler Gazi’ye.

“Ya, öyle mi? bitiminde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la…” der ve locaya girip oyunu izler. Oyunun bitiminde aktörleri beğeniyle alkışlamaktadır.

Muhsin Ertuğrul Gazi’nin yanına girer. Gazi ayağa kalkar”:

“Sizi kutlarım.” der. “İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da gösterir. Biz geç geldik. Oysa böyle bir durum perdesini zamanında açmak zorundadır. Görevinizi yaptığınız için sizi özellikle kutlarım.”

Melih ÇINAR
ADD Bandırma Şube Başkanı

Hiç yorum yok:


ATATÜRK İLKELERİ

CUMHURİYETÇİLİK
Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilâtıdır ki, onun adı Cumhuriyet'tir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir_(1925)

MİLLİYETÇİLİK
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur_(1923)

HALKÇILIK
Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir_(1921)

LÂİKLİK
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz_(1926)

DEVLETÇİLİK
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsî faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak_(1936)

DEVRİMCİLİK
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların, (devrimlerin) gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görüşleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır_(1925)

M.KEMÂL ATATÜRK